Sadece Bakacaktım
"Evet adaş ne diyorduk? Tamam hatırladım neden durduk yere gülmeye başladığımı anlatacaktım sana. Fondiple de tazeleyeyim çayları. Hafızamı da ufaktan tazelemem gerek ki eksik anlatmayayım."
Adaşımla akşam oturmaları kadar huzur bulduğum başka anlar kalmadı şu günlerde. Eskiden canımdan daha can bildiğim can yoldaşımla çok sık yapardık balkonda çay keyiflerini. Ama o yoldaşım kazık attı bana. Biraz erken bırakıp gitti beni. Bu kadar acelesi olduğunu bilmiyordum. Neden bana bahşedilen nefes adedi ondan fazlaydı ki zaten? Takdiri ilahiyi sorguladığımı sanmayın sakın. Sadece onsuz aldığım nefes biraz tatsız gibi. Neyse ki ondan yadigar kalan gözümün nuru oğlum var. Sedat. Adaşım. Çocuğa kendini bildiğinden beridir adaşım derim, o da koca adam oldu, evlendi barklandı neden adaştan başka hitap kullanmadın diye sorgulamadı. Beni, bir gün bile utandırmadı şu hayatta. Sağ olsun.
"Al bakalım çayını. Annenin ki gibi demleyemiyorum ama bu kötü olduğu anlamına gelmez değil mi?"
"Aşk olsun baba, annemin çayını kendininkinden daha çok beğendiğini söylerdin. Ama ben senin çayını her zaman daha çok beğenirdim. O zamanlar annem üzülmesin diye böyle söylediğini düşünürdüm. Ama evlenince gelininin çayını beğenmeyip "ben daha iyi demlerim" dediğimde, o da "o zaman bundan sonra hep sen demlersin" deyince anladım senin neden öyle dediğini. Ama artık iş işten geçmiş oldu galiba. Ne dersin?"
"Bu bir döngü olabilir biliyor musun adaş? Benim çocukluğumda da çayı hep deden demlerdi. Senin gibi o da caka satmaya bayılırdı. Ama bu durum benim dikkatimi çekmişti. Sormuştum babama neden genellikle sen demliyorsun diye. O da bana "çünkü ben daha iyi demlerim" diye böbürlenmişti. Sonra da "sen sen ol ev işlerinde üstünlüğünü dile getirmemeye çalış, sonra üstüne kalır" demişti rahmetli. Affet adaş bu detayı senle paylaşmayı unutmuşum. Artık sen, Allah nasip eder de oğlun olunca ona tembihlersin."
Sanırım bizim soyumuzda ki erkekler iyi çay demleyici ya da kendi demlediğimizi daha bir beğeniyoruz. Şimdi kendini beğenmişlik zanı altında bırakmayayım soyumu, çalıştığım yerlerde ve ya arkadaş ortamlarında es kaza demlediğim çayı içen tiryakisi olmuyor değildi.
"Amin, inşallah baba. Hadi lafı geçiştirme de neden gülüyordun durduk yere onu anlat."
"Evet adaş o mesele. Az önce şu üst taraftaki caddeden geçen tramvayın sesini duyunca aklıma bir anım geldi."
Aslında güldüğüm şey bu anı değildi. Aklıma gelen anı da komik bir anı ama benim asıl güldüğüm bu anı gözümde canlandıktan hemen sonra bir an durup bekleyip, arkasından bir başka anı canlanacak mı diyeydi. Canlansaydı hayatım film şeridi gibi geçmeye başlıyor varsayacaktım. Ne yalan diyeyim artık sona yaklaştığımı hissediyordum. Ama adaşımın gözünün önünde Hakk'a yürümek istemiyorum. Tabi ki benim isteğimin bir hükmü yok ama dualarım, elden ayaktan iyice düşmeden, kimseyi zahmete sokmadan sessizce göçüp gitmekten yana oldu her daim. O an ölmediğimi anlayınca Allah dualarımı kabul ediyor diye sevindiğim için güldüğümü söyleyemezdim adaşıma. Bu kısım bende kalmalıydı. Gelelim anıya.
"Bir gün rahmetli Kürşad'ı bekliyorum. Aksaray tramvay durağında. O zamanlar ben Aksaray'da turizm işindeyim. Kürşad da Gedikpaşa taraflarında kuyumcu atölyesinde çalışıyor. Ben uçak bileti satıyorum. Şimdiki gibi her şey elektronik değil tabi ki. Koçanlı biletlerin son zamanları ama. Bizim müşterilerin çoğunluğu doğu bloğuna giden Laleli esnafı ve oradan gelen hayat kadınları. Evet doğru duydun, o zamanlar Aksaray Laleli tarafında iş yapan kadınların bir kısmı bizim müşterimizdi. Neyse detaya girmeyeyim, bizimde hızlı zamanlarımız olmadı değil adaş. Cep telefonları daha yeni yaygınlaşmaya başlamış, kontörler kıymetli, zırt pırt aramak mesajlaşmak pahalı işler. İkimizin de cep telefonu var tabi ki. Bizim Kürşad işten çıkınca haber verirdi, Beyazıt'a yürür sonra tramvayla Aksaray'a gelirdi, bende onun gelişine göre kendimi ayarlar Aksaray tramvay durağına giderdim. Kim erken gelirse o beklerdi orada. O gün ben bekliyorum Kürşad'ı. Kılık kıyafet konusunda sorun çıkartan bir yer değildi bizim acenta ama nedense o aralar takım elbise, kravat hevesim vardı. O günde yine çok şık bir şekilde bekliyorum durağın çıkışında. Yanıma bir adam yaklaştı. O zamanlar Aksaray ve Harbiye civarında pavyonlara keriz avlayan ayakçılar çok dolaşırdı. Günün her saati, etrafa bakınarak yürüyen özellikle birden fazla kişiden oluşan gruplara yanaşıp "ortam lazım mı?" diye soran tiplerdi bunlar. Pavyonların prim usulü çalıştırdığı küçük çaplı pezevenkler. Götürdükleri keriz başına para alırlardı. Başlarda gariban Anadolu çocuklarını, sonralarda ülkeye akın etmeye başlayan Arap turistleri punduna getirip pavyona götürürler, masaya oturturlar, hemen bir kaç kadın yanlarına gelir, masaya içkiler meyveler, kuruyemişler servis edilir. Daha adama ne içersin diye sormadan alem yapmaya başlatırlardı. Tuzağa düşen adamlar kadınlardan gözlerini ne kadar çabuk alabilir ve kalkmak isterlerse o kadar az zararla çıkarlardı mekandan. Az zarar dediğime bakma, masaya kadınlar ve servis açıldıktan hemen sonra kalkmaya çalışsan bile o zamanın asgari ücretin üç, dört katı hesabi önüne koyarlardı. İtiraz edenleri dövüp ceplerinden paralarını zorla alırlardı. Yanıma yaklaşan adam ortam lazım mı diye sorunca ayakçı olduğunu anladım. Sonuçta aynı muhitin esnafıyız. Baktım Kürşad ortalıkta yok bari gelene kadar şunla zaman öldüreyim diye muhabbete girmeye karar verdim. Benden biraz daha kısa, esmer, şişman, çirkin, şekilsiz bir tipti. Nasıl ortamların var diye sordum. Abi ne istersen var, Türk, Rus, Zenci ne ararsan var dedi. Japon var mı dedim? Yok abi o ne arar dedi, ama güzel karılar, istersen gel bak abi, beğenmezsen çıkarsın diye kandırmaya çalışıyor. Yok olmaz bıktık Türk'ten Rus'tan, Japon olsaydı gelirdim diye zorlamaya başladım. Muhabbeti derinleştirmeye karar verdi, ne iş yapıyorsun diye sordu. Bende, sizin o Ruslar varya onları ben getiriyorum Türkiye'ye diye kravatıma anlam yüklercesine baş pezevenk rolüne girdim bir an. Adam keyfe gelir gibi vay abi aynı meslekteniz desene diyerek gurbette memleketlisini görmüş gariban gibi içten bir sevinç hissetti. Artık beni kandıramayacağını anlayınca mesleki kaygılarını bırakıp gerçekten yakınlık kurmaya niyetlendi ve meşhur sorumuzu sordu: memleket nere? O anda nereli olduğum dilimin ucuna geldi ama son anda vazgeçip başka bir yeri söyledim. Adama kendimi baş pezevenk diye tanıtıp birde memleketimi zikretmeyi yediremedim kendime. Sen nerelisin dedim, adam hiç tereddüt etmeden kimliğini çıkartıp gösterdi. Görünce kafamda hasiktir nidaları yankılandı, herif meğer bizim memleketin, bizim ilçesindenmiş. Pişkin pezevenk. İnsan memleketinin ismini korumaz mı ulan diye bir giriştim orada buna. Yer misin yemez misin?
"Hadi canım, sen ve kavga etmek."
"Kendimi baş pezevenk diye tanıtmama şaşırmadın da buna mı şaşırdın adaş."
"Baba adamla kafa buluyorsun o kadarını anladım herhalde. Sahi giriştin mı?"
"Yok be adaş. Ne işim olur ayakçı terbiyeciliğiyle. Neyse. Memleketimin ismini görünce hadi kardeşim tutma beni isim gücüm var diye yolladım bunu. Sonra Kürşad geldi, devam ettik. Ertesi gün, yine akşam iş çıkışı buluşmaya yerine giderken son dakika telefonu oyaladı biraz beni, bekleme sırası Kürşad'a geçmiş oldu. İşim bitti dükkanı kapattım hızlıca geçtim tramvay durağına bizim Kürşad ortalıkta yok. Çoktan gelmiş olması lazım halbuki. Bir iki tramvay bekledim ama inmedi. Arıyorum telefonu kapalı. Herhalde ben geç kalınca beklemedi, devam edip metroya bindi telefonu da çekmiyor diye düşündüm bende devam ettim metroya doğru. Tam metroya iniyordum ki telefon çalmaya başladı. Kürşad arıyor. Lan oğlum neredesin diyorum tramvay durağındayım diyor. Hayda, demin ordaydım, bakındım yoktun, bekledim gelmedin bende metroya iniyordum, gittin sandım dedim. Tamam bekle geliyorum dedi. Bir süre sonra geldi. Anlat hadi ne oldu dedim. Meğerse bu beni beklerken bizim hemşeri pezevenk bunu görmüş. Gelmiş yanına, ortam lazım mı, karılar çok iyi, beğenmezsen çıkarsın, bir keresi elli lira falan derken kandırmış bizimkini. Götürmüş masaya oturtmuş. Kadınlar gelmiş, içkiler gelmiş, bunun da aklı başına gelmiş. Hemen kalkmak istemiş, bin küsur lira hesabı koymuşlar önüne. Bunda o kadar para ne arar. Cebindeki parayı almışlar. Telefonu görmemişler, görseler onu da alacaklar belki de. Sonra bırakmışlar. Merak edip sordum cebinde kaç para vardı diye. Otuz lira dedi. Oğlum adam bir keresi elli lira dediği halde otuz lirayla iş tutmaya mı gittin dedim. Ben sadece bakacaktım dedi."